SALINCAK VE TESS KİTAPLARI’NIN YAZARI, EĞİTİMCİ YAZAR ŞULE KOYUNCU TURAN İLE SÖYLEŞİ SÖYLEŞİ-ERHAN PALABIYIK GAZETECİ-YAZAR-ARAŞTIRMACI.
KORKU RUHUMUZUN HER YERİNDE!
-Yazma serüveniniz nasıl başladı, ilk edebiyat ürününüz hangisiydi?
SALINCAK VE TESS KİTAPLARI’NIN YAZARI, EĞİTİMCİ
YAZAR ŞULE KOYUNCU TURAN İLE SÖYLEŞİ
SÖYLEŞİ-ERHAN PALABIYIK
GAZETECİ-YAZAR-ARAŞTIRMACI.
KORKU RUHUMUZUN HER YERİNDE!
-Yazma serüveniniz nasıl başladı, ilk edebiyat ürününüz hangisiydi?
-Merhaba güzel insan. Yazmaya ilkokul sıralarımda başladım.
Hikâyelerin sonlarını değiştiriyordum, hatta tatillerde köye gelen teyze
çocuklarına, evde kardeşlerime uzun uzun bizi mutlu edecek masallar
doğaçlıyordum, bu masalların dizi gibi devamı oluyordu. Onları mutlu
ettiğimi gördükçe masallarda onlara da yer veriyordum. Ailenin masalcısıydım, televizyonun başında değil de benim etrafımda toplanırdı çocuklar. Ortaokulda
yazma eylemimin rengi pek değişmedi, ta ki ailemden uzağa, liseyi
yatılı okumaya gidinceye kadar. Ayrılık beni daha duygusal yapmış
olacak ki yazılarım lise de derinleşmeye başladı. Yarışmalara eserler
gönderiyor, dereceler alıyordum, bu beni daha mutlu ediyordu. Lisede
çok kitap okudum, okulumuzun kütüphanesinde yerde halılar vardı, bu
bana evimizi hatırlatıyordu, bir köşeye oturur, dergi gazete, o
zaman ansiklopedilerde gözdeydi, hepsini gözden geçirirdim. O
güneş alan sessiz ortam bana iyi geliyordu. Üniversitede kitaplara
yaklaşmak yerine onlardan uzaklaştım. Durağan bir dönem oldu benim için,
üniversite beklentimin dışındaydı. Okul çıkışı Bahçelievler’de bir kafede
çalışıyordum, geç saatte eve giderdim ama bu en güzel dostlukları
üniversite edinmeme engel olmadı. Üniversite sonrası atanamamam bende koca bir boşluk açtı, içimde bir boşluk, yazılarım bu boşlukla
keskinleşti ve hatları belli olmaya başladı. Hala bir kitap ortaya
koymayı düşünmüyordum. Evlilik sonrası iki kızım dünyaya geldi. Onlar için
günlük tutma girişimim oldu. Muş/Malazgirt’e atandım, farklı bir
coğrafya, farklı bir kültür beni kucakladı. Zorluklar da yaşadım, lakin
insan güzel şeyleri daha çabuk hatırlıyor. Orada öğretmenler günü için
yazdığım anıyla birinci oldum ve sanırım kitap fikri bundan sonra
başladı. İlk eserimi ortaya koymaya hazırdım, çocukluğumdan gelen
bir özlemle gönlüme salıncağı kurdum. İlk eserim “Salıncak” oldu.
-Tokat-Erbaa’dan Trabzon’a Ankara’ya Üniversite için gidişiniz,
oradan da Muş-Mazgirt’e gidiş ve sonunda Ankara’ya tekrar
dönüşünüz var. Kırsaldan, Metropole dönüşte neler yaşadınız,
Muş’ta neler yaşadınız burada geçen birkaç yıl sizi nasıl etkiledi,
yaşadıklarınızı kitaplarınıza ne ölçüde yansıttınız?
-Trabzon’a ilk gittiğim gün an gibi aklımda. Babam ve bir arkadaşımla,
babası aynı otobüsteydik ve bu benim ilk şehirlerarası yolculuğum, ilk
Erbaa’dan ayrılışımdı. Çok heyecanlıydım, korkuyordum da.
Trabzon’a yaklaşıp, şehri uzaktan görünce ağzım açık kalmıştı,
kocaman beton binalar ve bir şey daha, ilk kez hayatımda deniz
görmüştüm. Lakin nasıl bir psikoloji bilmiyorum, tatillerde Samsun’a
geldik mi binaların, havanın rengi değişiyor mutlu oluyordum; tatil
bitti mi, dönüşte ise Samsun’dan sonra her yer nem, rutubet ve
paslanmış geliyordu. Ayrılık zordu, ben gururumdan pek bunu
dillendirmiyordum. O ilk yolculuk gününe tekrar dönmek istiyorum.
Otobüste babamın cebinden cüzdanını çalmışlardı. Bunu otobüsten indikten
çok sonra okulun bahçesinde fark ettik, cep telefonu henüz yok denecek
kadar az, cüzdanı bulamadık. Zavallı babam, arkadaşımın babasından beş on
lira alıp bana bıraktı. Asıl ilginci arkadaşım Nurcan’la okulun
bahçesini gezerken, babalarımız bize bir veda dahi etmeden gitmişlerdi. Sonrasında bunu bize şöyle açıkladılar. Ağlamamıza dayanamayacaklarını bu yüzden gizlice gittiklerini söylediler. Aslında bu bizi daha çok üzmüştü. On dört yaşında mücadelemiz başlamıştı. Liseden
sonra Ankara’ya alışmakta zorluk çekmedim, hatta üniversite için ailesinden ilk
kez ayrılanlar ağlıyor, bu durum bana garip geliyordu. Ankara’yı seviyordum,
deniz kenarında büyümesem de tek eksiği denizi diyordum ve hayatımın çoğunu Ankara’da geçireceğim aklıma gelmezdi. Babam kalp krizi geçirdi, 49 yaşındaydı ve hazırlıksız yakalanmıştım. İnsan ne zaman hazır olur ölüme bunu hiç bilmiyorum. Muş/ Malazgirt’e
gidişim de ilginç oldu, tercih yaparken orasının geleceğini biliyormuş gibi hakkında
detaylı araştırma yapmıştım. Farklı bir kültürü tanımakta güçlük çekmedim, iklim beni daha çok zorladı. Öğrencilerimi seviyordum, onların da beni sevdiklerini gözlerinden
anlıyordum. Kepenkler kapanıp bir olay olacağı zaman öncesinden
haber veriyorlardı. Birçoğuyla hala da görüşüyorum.
-Roman, Öykü, Şiir gibi alanlarda meziyet sahibisiniz, başka
bizim bilmediğimiz alanlarda uğraşınız var mı?
-Resim yapmayı seviyorum, bu konuda da yeteneğim olduğunu
düşünüyorum, lakin geliştirmeye zamanım yok. Ara ara küçük kızımla
resim yapıyoruz, onun da bu konuda yeteneği var. Bir ara halk
oyunlarındaydım, şu ara ona da vaktim yok. Sosyal olmayı seviyorum ama hayatta her şeye yetişemiyoruz, bu yüzden önceliklerimiz değişiyor..
İlk kitabınız olan”SALINCAK”ın 2 kere baskı yaptığını biliyoruz,
bize kitabın yazım ve basım öyküsünü anlatır mısınız?
- Salıncak, öyle kolay yazılmadı. Öykünün her sayfasında ben kendimi
köyde, ağaçların arasında Hatun’la Zehra’nın yanında
buldum. Erbaa’nın iklimiyle, insanıyla bezenmiş bir eser. Eserde öyle
bir yer var ki orada ben kalemi elimden bıraktım, içli içli ağladım,
yazarken aynı anı yasamak bu olsa gerek.
-Kamuda öğretmenlik yaparken, diğer taraftan da edebiyatla
uğraşmanın zorlukları nelerdir? Okulda meslektaşlarınızın ve
öğrencilerin tepkisi ne oluyor, sizi destekliyorlar mı, yoksa
eleştiriyorlar mı?
- Her yerde olduğu gibi bu meslek grubunda da sıkıntılar yaşadığımız
anlar oluyor. “Tebrik ederim” demekten yoksun insanlar var. Onun
dışında benden desteğini hiç esirgemeyen arkadaşlarım da var, onlara
yürekten teşekkür ediyorum. Öğrencilerim benim evlatlarım, onların
bana duydukları saygı, benim onlara duyduğum sevgi bu mesleğin en
güzel yanı.
-Ankara’da yazınsal çalışmalar yaparken ne tür zorluklarla
karşılaşıyorsunuz?
-Ankara bir kültür şehri deniliyor lakin ben henüz bunu yaşayamadım.
Bir kültürel faaliyete katılmak istesem altından bir siyasi fikir veya bir
siyasi çatışma çıkıyor. Mümkün mertebe yalnızlık tercihim
Ankara’da.
-Ülkemizdeki Sansür ve Otosansür sizce neyi ifade ediyor.21.yy.
halen bu iki terimin hayatımızda önemli yer tutuyor olması sizce
neyi ifade ediyor?
- Önce sansürden bahsedeyim, Allah’ın bildiğini kuldan saklamak
deriz değil mi? Saklıyoruz. Korku ruhumuzun her yerinde, onu yazsam
şuna dokunur, bunu yazsam şu rahatsız olur diyerek eserleri koyun
kırkar gibi kesiveriyor insanlar. Beni de birçok arkadaşım, hatta annem
uyardı, “Her şeyi yazma, çolun çocuğun var.” Yazmaktan çekinmiyorum,
ben toplumcu bir yazarım, ama siyasetçi değilim. Oto sansür ben de
sansürden daha fazla hissedilir, aldığım ailevi baskı, kültürel yapı
içime işlemiş. Rahat yazamadığımın farkındayım, bu günlerde en
büyük savaşım kendimle, “Rahat bırak Şule kalemi, zihnini, ruhunu!”
diyorum, biliyorum ki başaracağım.
KİTAP PARA İÇİN YAZILACAK BİR TUTKU DEĞİLDİR!
-Son yıllarda edebiyat alanındaki tekelleşme yaratıcı yazarlığı
nasıl etkiliyor, yayınevlerinin para karşılığında kitap basmaları,
yazardan para almalarını nasıl karşılıyorsunuz? Genç
edebiyatçıların içinde bulundukları sorunları aşmak için ne
yapmalıyız?
-Bu beklediğim bir soruydu, öncelikle alfabeyi öğrenenin yazar olduğu
bir ülkedeyiz. Nerde Yaşar Kemaller, Cemil Meriçler… Ne yazsam
tutar hesabı göle yoğurt mayalıyor insanlar ve tutuyor biliyor
musunuz? Geçenlerde yok satanlarda bir kitap, ayaküstü yarım saatte
okudum ve bıraktım. Sonuç mu, hiç! Bedava mutluluk dağıtıyorlar.
Motivasyon, ucuza zayıflama yöntemleri satan firmalar gibi…
Yayınevleri ne yazdığına bakmıyor, ne kadar satacağına bakıyor.
Millet, zorluk içinde kolay yoldan para kazanmanın, mutlu olmanın
yolunu arıyor. Desem ki: “Bu kitap mutlu eder, para kazanmanın
yolunu öğretir.” işler bakın o zaman nasıl değişir? Gençlere tavsiyem, gerçek
yazarların hakkını zaman verecektir, amaç günü kurtarmak ve popüler
olmaksa yanlış sevdaya tutulmuşlar, maalesef. Kitap para için
yazılacak bir tutku değildir.
TÜRK EDEBİYATI VERİMLİ BİR ARAZİDİR!
-Türk edebiyatında bir çoraklaşma söz konusu mudur, bunun
çıkış alternatifi nedir, yeterli derecede edebiyat dergilerinin takip
edebiliyor musunuz?
- Hayır, Türk edebiyatı bilakis verimli bir arazidir. Yalnızca göz
önünde olanlar, yağmuru görüp fışkıran ve bir anda kuruyacak olan
cılız otlar gibidir. Asıl meyveli ağaçlar, ağır ağır olgunlaşıyor. Takdir
ettiğim, kalemini severek okuduğum yeni ve genç yazarlar var, fark
edilmeyi bekliyorlar, otlar bir kurusun da.
-Yazarken en çok nelerden etkileniyor ve ilham alıyorsunuz?
-İlham bir anda geliyor ve not almazsam sonrasında unutuyorum.
Gözlemlediğim hayatlar, seyrettiğim bir film, okuduğum bir kitap, arkadaşlarla ve komşularımla sıcak bir sohbet, küçük bir dokunuştur ve sonrası suya atılan bir taş gibi halka halka büyüyüverir.
YAZARI İTİBARSIZLAŞTIRAN BİR YAYIN DÜNYASI VAR!
-Devletin kurumlarının yazarların kitaplarını basmamalarını
(Milli Eğitim ve Kültür, Turizm bakanlıkları gibi) nasıl
karşılıyorsunuz? Meydanı özel yayınevlerine bırakan devlet,
Akbank, Yapı Kredi, İş bankası gibi özel yayınevlerine meydanı
bırakmış olmuyor mu? Bu işten en çok getirim elde eden bankalar
tekelleşmede rekor kırmıyorlar mı?
-Devlet kurumlarına ulaşmak zor, her yerde bir tanıdığınız olacak ki
işiniz yürüsün, ben bürokrasinin olduğu yerden uzak durmaya
çalışıyorum. Mümkünse siyasetten de! Benim derdim insan, benim
sevdam da insan. Evet, bu yayınevleri dosyanızı bile almıyorlar,
“Yoğunluk nedeniyle…” diye sizi geri çeviriyorlar. Vasiyetime yazıp, bırakacağım; kırıldığım hiçbir yayınevi ya da dergi kitabımı basmayı
bırakın adımı dahi eserlerinde geçirmesinler diye. Sahiden yapacağım
bunu! Bir Didem Madak ya da Nilgün Marmara gibi ölümümüz mü
değer görmeli? Yazan insana bir kulak verirsin, değerlendirirsin, en
azından ne olduğuna bakarsın. İtibarsızlaştıran bir yazın dünyası var.
-Önce okuyup, sonramı yazıyorsunuz, yoksa bellekteki birikimi
mi değerlendiriyorsunuz?
- Birikim bir günlük, bir yıllık bir mesele değil. Yıllarca okuduğum
kitaplardan hafızamın kodladıkları, özümsedikleri ve yeni
oluşturdukları var. Bir de bunlara gerçek hayattan eklenenler, benim
oluşturduğum bir bakış açısıyla gökkuşağı çıkıyor ortaya. Buna
yazarın zihniyeti diyoruz. Zihniyet bir bütün; kültürden, edebiyattan
sosyal, siyasi yaşamdan, coğrafyadan ama her şeyden etkilenebiliyor
ve ortaya “ben” çıkıyorum sonra. Hiçbir zaman masama bir kaç kitap
koyup, okuyarak yazayım demedim, oluşturduğum benle çıktım yazma yoluna.
-Yeni bir kitap çalışmanız var mı, türü nedir?
-Her an üretebiliyorum, kendime bir arşiv oluşturuyorum. Babaannemi
anlattığım bir kitap ağır adım ilerliyor, bir yanda denemelerim ayrı bir
dosyada birikiyor, şiirlerim de aynı şekilde. Yeni bir roman
başlayacağım, şu ara iskeletini oluşturuyorum.
-Başkent Ankara’da Büyük Şehir Belediyesi herkese ekonomik ve
sosyal yardımlarda bulunurken edebiyatçılara destek veriyor mu?
- İnanın ediyorlarsa da ben bilmiyorum, kim kime ne kadar yardım
ediyor hiç ilgilenmedim. Kendi yağında kavrulmayı ben
büyüklerimden öğrendim. Benim babaannem 87 yaşında kimseye el
açmadan bu dünyadan göçüp gitti. Yolum belli, ben yazarım, okuyan
insanlar bir gün o satırlarla buluşacak.
MİLYONLARCA KAĞIT KALORİFER DAİRESİNDE
YAKILIRKEN,BENİM CİĞERLERİM YANIYOR!
-Yurtdışından dolarla getirilen ve her gün zam gören kâğıt ve
diğer ürünler sizin yazımınızı etkiliyor mu?
- Güzel bir soru oldu. İsraf konusunda muzdaripim, evrak israfının
ayyuka çıktını görüyorum. Çocuklara yaptığımız sınavlar ve dağıtılan
ücretsiz kitapları hesaba kattığımda ağlamak istiyorum. Biz kitabı
kullanıp bizden sonraki kardeşimize bırakırdık. Milyonca öğrenciye
dağıtılan kitaplar yıl sonunda kalorifer dairesinde yanarken benim de
ciğerim yanıyor. Zor mu onları toplayıp gelecek yıl dağıtmak? Parasız
aldığı için öğrenci de kıymetini bilmiyor, sıraların altından, çöpten
kitaplarını topluyorum. Sorunuzun cevabı bu değildi lakin yeri
gelmişken değinmek istedim. Ben yazarken çocuklarımdan kalan
önceki yılın defterlerini kullanıyorum, mümkün mertebe israftan
kaçınıyorum.
-Kitaplarınız genelde hangi kesimler tarafından okunmaktadır.
Gençlerin ve eğitimcilerin okurluk düzeyi nedir?
- Kitaplarımı okuyan insanlar edebiyattan ve sanattan haz alan insanlar.
Onların beğenileri, eleştirileri benim için kıymetli. Gençler böyle
kitaplardan genelde uzaklar, popüler kitapları okuyorlar. Onlara
dokunup, okumayı sevdirmeye çalışıyorum.
BEN HER ZAMAN HALKIMIZDAN ÜMİTLİYİM!
-Türk ve Dünya klasiklerine bakışınız nedir, yazarlara son
yıllarda telif hakkı olarak 10 adet kitap verilmesi, hatta üstelikte
basım ücreti istenmesini nasıl karşılıyorsunuz? Amy Lowelli’nin:
Bilim alanında okumak için en yeni kitapları tercih edin,
edebiyatta ise her zaman en eskileri okuyun, klasikler her zaman
moderndir sözünü yorumlar mısınız, klasik kitapların okunmasını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Klasikler bir başka, tekrar tekrar okuduklarım var aralarında. Onlar her
zaman moderndir sözünü de sevdim, çok doğru ve yerinde olmuş.
Yayınevlerinin ticarethane gibi çalışmaları acı, buna bir “dur” diyecek
çıkar, ümidim var. Ben her zaman halkımızdan ümitliyim.
-Edebiyat, Kültür ve Sanat dernekleri toplumsal bir görev
taşıyorlar mı, yoksa rant peşinde olan rantçılar mıdır?
-Bu konuda yeniyim, bu denize bir ayağımı uzattım ve geri çektim.
Ben inceliklere dikkat eden alıngan bir insanım. Karşımdakilerden de
bunu beklediğim için girmiyorum bu derneklere. Büyük küçük
demeden saygıyla birbirini dinleyen insanların olduğu bir topluluk
varsa o zaman işler değişir, koşarak giderim. Lakin ilk tecrübem
başarısızlıkla sonuçlanınca, uzağım, diyeyim.
-Ankara’daki edebiyat çevreleriyle bir araya geliyor musunuz,
oradaki sorunlar nelerdir?
- Ankara’da yalnızca Yazarlar Birliğine üyeyim, onlara da bir
kırgınlığım var. Bütün derneklerde ve topluluklarda siyasal yapılanma oluyor, bu durum sanatı geri planda bırakıyor. Ben bu durumdan da rahatsızlık duyuyorum. Sadece sanatın sesinin yüksek çıktığı bir yer gösterseler bana yeter.
HÜMANİST VE TOPLUMCU BİR YAZARIM!
-Ne tarzda yazıyorsunuz, Türk edebiyatında yazım tarzları
tartışılıyor. Sizin kendinize özgü bir yazım tarzınız var mı?
Şiirlerinizden en çok beğendiğiniz bir şiirinizden söz eder misiniz?
- Öncelikle insancıl(hümanist) bir yazar olduğumu düşünüyorum.
Karakterlerimi gerçek hayattan kurgulamaya çalışsam da yazmaya
başladığımda karakter kendini oluşturuyor. Şiirden hiç vazgeçmedim,
toplumcu olduğu kadar bireysel şiirlerim de var. Sizlerle bir tane
paylaşabilirim.
Bıraktım meyi meydanı
Bıraktım büyük adam olma işini
Alkışlar, büyük kuşlar kanat döktü
Bir pencere önü, bir saksı dibi
Her şeye yeğlerim rahat ölümü
Altın sunaklarına yok bir kuruşum
Bıraktım büyük adam olma işini
-Flaubert, yaşamak için okuyun diyor, okuyucularınıza hangi
yazarları ve kitaplarını önerirsiniz?
-
Öncelikle dünya ve Türk klasiklerini okusunlar, her yerde okusunlar
ama. Okumanın bir zamanı yok, boş zaman kollamasınlar. Yemek
yaparken de kitap okunur, yolculukta da… Tavsiye edeceğim çok
yazar var, birini söylesem diğeri gücenecekmiş gibi geliyor. Benim en
çok üzerinde durduğum yazarlar; Victor Hugo, Emile Zola, Stefan
Zweig, Dostoyevski… Dedim ya seçemiyorum. Yerli olarak Cengiz
Aytmatov’la ayrı bir gönül bağım var, sonra Yaşar kemal, Sabahattin
Ali, Ferit Edgü, Şükrü Erbaş… Yok, seçemiyorum bu soruyu geçelimmi?
ÜLKEMİZDE NE YAZIKKİ ATAERKİL KÜLTÜR EGEMEN!
-Son yıllarda kadın yazar sayısında oldukça bir artış gözleniyor.
Bunu kadınların özgürleşmesi ve çürümüş sisteme karşı bir isyanı
olarak düşünebilir miyiz?
-Çok doğru, kadının konuşma hakkının olmadığı bir ataerkil kültürden
geldik. Gülmeyin, bugün hale evinde annesinin söz sahibi olmadığını,
dövüldüğünü bildiğim öğrencilerim var. Sistem çürüyor, çürümeye
devam edecek ve kadınlar da yazmaya devam edecek.
-Okul, Aile yaşamı ve Çocuklarınız üçgeninde gelip, gidiyorsunuz
bu düzende yazmak kolay mı? Nasıl sorunlar yaşıyorsunuz?
-Yazmak benim için kolay, yazmaya vakit bulmak zor. Bir eseri
tamamlamak için zaman kolluyorum, inzivaya çekilmek istediğim
anlar oluyor. Kimisi diyor emekli olunca yazarsın, bu kendime
saygısızlık olur, çünkü şu hayatta beni yazmaktan daha çok mutlu edecek
bir şey bilmiyorum, çünkü bu benim. Kendimi nasıl ertelerim?
-İlk kitabınızın yayınlanmasında nasıl bir heyecan yaşadınız,
mutluluğunuzu ilk kimlerle paylaştınız?
-Çok güzel bir duyguydu bu. “Oğlum” dediğim öğrencim yanımdaydı
(Mustafa Can Bozyel) Onun dışında ailem ve çocuklarım, hepsine
teşekkür ediyorum.
-Türk ve Yabancı ünlü yazarların en çok hangisinden
etkilendiniz. Onların kullandığı yazım tarzını sizde görebiliyor
muyuz?
-Taklide düşmekten her zaman kaçıyorum, kendim olmak istiyorum.
Şu yazardan etkilenmiş, onun akımını sürdürmüş desinler de istemem. Ben
Şule Koyuncu Turan olarak yazmak istiyorum.
-Beş Kitap adı yazın desem hangilerini yazardınız?
Kesinlikle bunları:
-Stefan Zweig/ Amok Koşucusu Cengiz Aytmatov/ Toprak Ana Yaşar
Kemal/ Kimsecik (üçleme) Victor Hugo/Deniz İşçileri
-Şule Koyucu-Turan Türk edebiyatının neresindedir?
-Bu soruya nasıl bir cevap verilmeli bilmiyorum? Lakin kendimi
gördüğüm yer, ömür bittiğinde Türk klasikleri arasında olmak yerine
evrenseli yakalamış, dünya edebiyatında yer edinmiş olmak isterim.
-Ülkemizde yapılan edebiyat yarışmalarının edebiyata bir katkı
sağlıyor mu?
-Amaç güzel, amaca giderken yaşananlar önemli. Esere
değil de siyasi fikirlere, ideolojilere göre hareket ediliyorsa bir fayda
bekleyemem. Başta da dediğim gibi dâhil değilim bu gibi yarışmalara,
kuruluşlara, afakî cümleler kurmam iyi niyetli insanlara zarar verir. Bu yüzden bu konuda da yeterli fikre ve tecrübeye sahip değilim diyerek susuyorum.
HUKUKUN,ADALETİN,TEMELİ BİLMEKLE
ATILIR,CEHALET DİPSİZ BİR KUYUDUR!
-En son olarak sizin özellikle vurgulamak istediğiniz bir şey varsa
yazar mısınız?
-Yazmaya gönül verdiğim günden bu yana çok ilginç durumlarla
karşılaştım. Kitaptan para kazanmak için yola çıkanlar, sırf reklamla
bir yerlere gelenler ve sahiden yazan değeri hiç bilinmeyen
cevherler… Okuyuculardan tek istediğim samimi olmaları. Okumanın
yaşı ve statüsü yoktur, gelecekte güzel günlere inanıyorsak
okuyarak, okutarak kavuşacağız. Hukukun, adaletin temeli bilmekle
atılır, cehalet dipsiz kuyudur. O kuyulardan çıkmanın en güzel yolu
okuyan insanların, yazan insanların gönül birliğidir.
-TOPLUMSAL MUHALEFET GAZETESİ olarak size teşekkür ediyor ve başarılarınızın devamını diliyoruz. Biz söylenen her sözü okuyucuya sansürsüz iletmek için bu söyleşiyi yaptık,Edebiyatımıza yeni başarılı,üretken,gelecek vadeden,farklı,özgün çalışmalara imza atan yazar Şule hanıma başarılar diliyor,biz teşekkür ediyoruz,Dileriz nitelikli ve donanımlı yeni yazarlar edebiyat dünyasına katılırlar.
Saygılarımla.
Bu benim ilk söyleşim, heyecanımı mazur görün, sanata ve sanatçıya
değer veren sizlere çok teşekkür ederim.
YAZAR-EĞİTİMCİ
ŞULE KOYUNCU TURAN KİMDİR?
Güneşin merhametini abarttığı 1985 yılının Ağustosun bir gününde, Tokat'ın Erbaa ilçesinin Hacıpazarı Köyü'nde ailenin üçüncü kız çocuğu olarak gözlerini dünyaya açtı Şule. Lakin ilk çocuk olan “Özlem” ablası, babası askerdeyken yokluk ve bakımsızlık yüzünden yakalandığı hastalıkla, teşhis koyulamadan vefat etmişti. “Tohumuna para mı verdin?“ denilen bir zamanda annesi evladının mezarını dahi hiç bilmemiş. Şule’ye bu durum çok ilginç geldi, o da ölse aynı şeyleri yaşar mıydı, kendine ait bir mezarı dahi olmaz mıydı? Fıtratından olsa gerek meraklı ve duygusal yanları onu yokluyordu. Babası Salim Koyuncu, yetim büyüyen beşkardeşin iki numarasıydı. Birkaç dönüm arazide başkalarının tarlalarını da icar alarak çiftçilik yapıyordu. Her sene umut ediyor, emeğinin karşılığın bir türlü topraktan alamıyordu. Geçim sıkıntısı onu öfkeli biri yapmıştı. Onun sert mizacına rağmen en sıcak ilişkilerini babası yine Şule’yle kurdu. Evde babaannenin etkisi büyüktü. Kardeşleri ve annesi hariç evlerinde herkesin etkisi büyüktü.
İlkokulu bitirene kadar okulda eline geçen üç beş kitabın dışında babaannesinin tekrar tekrar okuttuğu din kitapları vardı. Bir de fırsat buldukça takvim yapraklarını kopartırdı. Vakti gelmeden koparılan takvim yaprağı evde suçtu, o ise takvimi önüne alır üç yüz altmış beş günü kitap gibi bir anda okurdu. Babası Salim Bey tarlada onlara yöresel türküler söylerdi, sanatla tanışması böyle başladı. Tütün tarlalarında babasının arabanın teybinde döndürüp durduğu arabeskler hayatın pek güzel olmadığını düşündürüyordu çocuk olmasına rağmen.
Bir ara en büyük düşmanı olarak babasını görmeye başladı, adını “zalim” olarak değiştirdi. Büyümek için acele ettiği zamanlardı o zamanlar. En yakın arkadaşı kendinden sonra gelen kız kardeşi Nurgül’dü. Onunla hayaller kurmayı severdi. Sessiz olmasına rağmen dinlemek konusunda ailede en başarılı oydu. Babaanneler’inin gözüne girmek için başörtüsü taktığı bir dönemleri oldu onlu yaşlarda, zaten köyde tüm kız çocuklarının başı örtülüydü. Kültür kapalılığı… İlçeye gidecek olsalar babası başınıza örtü alın diye tuttururdu, kısa kollu tişört giymeleri yasaktı. Bu dini kurallardan kaynaklı değil, elalem ne derin sonucuydu. Elalem ne derin geçtiği bir ortamda, çocuklar hep geri plandaydı.
Ortaokula başladığında sayısız yeni kitaplarla Erbaa belediyesinin kütüphanesinde tanıştı. Okumayı çok seviyor, annesi abartmış olmasından korku duyuyordu. Hatta bir gecede bir kitap bitirmesi üzerine birkaç kitabını yakmıştı! Orta son sınıfta resim öğretmenine âşık olmuş, şiir yazmaya ve resim yapmaya başlamıştı. Okul müdür yardımcısı bu yeteneğini fark etmiş, Şule’ye derste izin verip yarışmalar için yazılar yazmasını istemişti.
İlçede resim ve şiir yarışmalarından ödül almaya başlamıştı. Bir gün ödül töreni yüzünden köye olan tek servisi kaçırması babasını çok kızdırmıştı. Eve gelir gelmez mahkeme kurulmuş, o daha soru sorulmadan ağlamaya başlamıştı. Durumu öğrenen babası ödülünü sorup ona verilen o güzel kalemleri elinden almıştı. O zaman Erbaa'da kalamayacağına karar vermiş parasız yatılılık sınavlarına girmişti. Olabildiğince uzaklara kuş olup uçmak istiyordu.
1998 de Trabzon Beşikdüzü Anadolu öğretmen lisesini kazandı. Parasız eğitim göreceği halde ailesini nasıl okutacağız telaşı sardı. Çünkü yol parası ve yabancı kitapların ücreti onlar için fazlaydı. Aileden ayrıldığı o yıldan sonra bir daha geri dönüşü hiçbir zaman tam olmadı. Kopuş başlamıştı..
Yatılı okulun zorluklarıyla mücadele ederken,diğer yandan kimlik arayışı karmaşaya neden oldu. Herkes birine bağlanma aruzsundaydı. Cep teflonu yeni çıkmıştı, oysa onların köyde ev telefonları bile yoktu. Haftada bir komşunun telefonunu arıyor ailesini çağırttırıyor, beklerken jetonu bitiyor, kimi zaman telefon yüzüne kapatılıyordu. Maddi olarak pek desteklenmediği bu dönemde paralı arkadaşlarının gözde olduğunu görünce bir şekilde geride kalmak istemediği için yeniden kitaplara gömüldü. Yazıyor, yarışmalara giriyor, ödüller alıyordu. Hatta lise son sınıfta anneler günü için bir tiyatro yazdı, sahnelendi. Sınıf rehber öğretmeni elde edilen paradan Şule'ye de verdi. Lise öğretmenleri hayatında büyük yer tutuyordu.
Üniversite sınavı çalışması sonuç verdi. Edebiyat öğretmenliği ve psikolojik danışmanlık arasında tercih yapamadı. Öğretmenlerinin etkisiyle birinci sıraya edebiyat öğretmenliğini yazmıştı. Sonrasında bu konuda bir pişmanlığı oldu. Tekrar üniversite okumayı çok istedi, ama imkânı olmadı. Üniversiteyi Ankara'da okudu. Gazi Üniversitesi’nde de beklediğini bulamadı. Sınıfının yarısı cemaatçiydi, sınav zamanları hepsi arkadaş, onun dışında selamını dahi almıyorlardı, bu yüzden okuldan uzaklaştı. Okul çıkısı garsonluk yaptı, gece geç saatlerde eve dönüyor, yorgun ayaklarını dinlendirmek için duvara uzatıyordu. Ne olursa olsun yine de en güzel yılları üniversite yıllarıydı. Okul bittiğinde kpss sınavında istediği puanı alamamıştı ve 1998 de ayrıldığı evine 2007’ de zoraki dönmenin vakti gelmişti. Onun için çok zordu, geçen 9 yıl evde hiçbir şeyi değiştirmemişti, hala ezilen annesi ve esip gürleyen babası, hiç susmayan babaannesi vardı. Üstüne üstelik ablası da yanlış bir evlilik yapmıştı. Şule, köyde yapamayacağını biliyordu, bu yüzden Erbaa'nın en ücra dağ köyünde zor şartlarda öğretmenlik yapmayı kabul etti. Bu arada yazmayı hiç bırakmadı, yalnız gecelerinde kaleme sarılmaya devam etti. Birkaç denemeden sonra atanamayacağını düşündü, geri dönmemek zorundaydı köye. Onu anlayacak kimse yoktu, toplumsal normların dayatmasıyla evlilik bir kurtuluştu. Sevdiği adamla 2009’da evlendi
Lakin ruhu yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu söylüyordu. Akıntıya kapılmıştı artık. Bu arada babası kalp krizi geçirdi, çocukluğunun zalimi koca bir boşluk açtı yüreğinde, yaşanılmamış çok şey olduğunu anladı, babasının geçim sıkıntısı yüzünden o kadar sinirli olduğunu anladı, ama artık vakit kalmamıştı…
Peş peşe iki kız çocuğu sahibi oldu. Yazmaktan tamamen uzaklaştı. Ta’ ki atanıp Muş-Malazgirt'e iki çocuğuyla gidinceye kadar... Yeniden kalemle buluştu, kendine ne kadar kötülük yaptığını fark ettiğinde hayatından çok zaman kaybetmişti. Tekrar Ankara'ya döndü, çocukların telaşıyla iyiden eve kapandı. Artık vakti geldi diyerek hayatına koyduğu tüm telaşların hiçbir zaman bitmeyeceğini düşünerek yazmayı birinci sıraya koydu ve ilk kitabı “Salıncak’ı yazmaya başladı.
Kitap 2020 yılında basıma girdi. 2021 yılında “Kendini Kaybedenler-Tess” i yazdı. Yazmak için vakit kollayan ve yazma aşkını ön plana çıkaran Şule koyuncu Turan, yayınevlerine kırgın olduğunu, kitap basımı yaparken yazının değerine bakmak yerine yalnızca paradan konuştuklarını gördükçe içine döndü. Lakin ne olursa olsun yazmaktan vazgeçmeyeceğini biliyordu..
Şimdiler’de şiirlerini biriktiriyor. Ömrü yeterse “Kendini kaybedenler” romanını üçleme yapmak istiyor. Onun dışında vakti olursa çok eser var kaleme alacağı. Yazanlara ve yazmak isteyenlere en büyük tavsiyesi “Okuyun, yalnızca kitapları değil, insanları da okuyun En büyük düşmanınız kendi kibrinizdir” di
Bu haber 1726 defa okunmuştur.